ETLİ KEŞKEK TARİFİ VE HİKAYESİ
MALZEMELER 300 gram dövme buğday 100 gram nohut 6 su bardak su 750 gram kemikli koyun veya kuzu gerdan Tuz ÜSTÜ İÇİN 10 çorba kaşığı...
https://www.guloannemutfakta.com/2020/01/keskek.html
MALZEMELER
300 gram dövme buğday
100 gram nohut
6 su bardak su
750 gram kemikli koyun veya kuzu gerdan
Tuz
ÜSTÜ İÇİN
10 çorba kaşığı tereyağı
kırmızıbiber
Karabiber
YAPILIŞI
Buğdayı ayıklayın. Suyu bembeyaz olana kadar birkaç kez bol suda yıkayıp bir gece önceden ıslatın.Ertesi gün bekleyen suyu süzün. Büyük bir tencereye buğday nohut ve Eti koyun. (Et sonradan lime lime olacağı için doğranmasına gerek yok, tencereye sığacak boyda olması yeterli. ) üstüne soğuk suyu ilave edin. Tuzunu serpin. Önce harlı ateşte, sonra kısık ateşte et , buğday ve nohut da iyice yumuşayana kadar, yaklaşık 2 saat pişirin. Buğday kolayca ezilmeli, et kemiğinden dökülecek kadar yumuşamış olmalı. Suyunu çektikçe kaynar su ilave edin. Et piştiğinde biraz sulu kalmalı. Ateşi iyice kısın.Eti tencereden çıkarıp kemiğini ayırın.Eti tencereye geri koyun. Tahta kaşığın tersiyle eze eze buğdayı lapa kıvamına getirin. Bu sırada et de iyice parçalanmış olacak. Dibini tutmaması için sürekli karıştırın. Buğday sakızlana na kadar (uzar gibi oluncaya kadar) pişirin. Ayrı bir tavada tere yağını kızdırın. Kırmızı biberi ekleyip ateşten alın. Keşkeği servis yapacağınız tabaklara koyun üzerine tere yağını gezdirip karabiber de serperek servis yapın.
AFİYET OLSUN
300 gram dövme buğday
100 gram nohut
6 su bardak su
750 gram kemikli koyun veya kuzu gerdan
Tuz
ÜSTÜ İÇİN
10 çorba kaşığı tereyağı
kırmızıbiber
Karabiber
YAPILIŞI
Buğdayı ayıklayın. Suyu bembeyaz olana kadar birkaç kez bol suda yıkayıp bir gece önceden ıslatın.Ertesi gün bekleyen suyu süzün. Büyük bir tencereye buğday nohut ve Eti koyun. (Et sonradan lime lime olacağı için doğranmasına gerek yok, tencereye sığacak boyda olması yeterli. ) üstüne soğuk suyu ilave edin. Tuzunu serpin. Önce harlı ateşte, sonra kısık ateşte et , buğday ve nohut da iyice yumuşayana kadar, yaklaşık 2 saat pişirin. Buğday kolayca ezilmeli, et kemiğinden dökülecek kadar yumuşamış olmalı. Suyunu çektikçe kaynar su ilave edin. Et piştiğinde biraz sulu kalmalı. Ateşi iyice kısın.Eti tencereden çıkarıp kemiğini ayırın.Eti tencereye geri koyun. Tahta kaşığın tersiyle eze eze buğdayı lapa kıvamına getirin. Bu sırada et de iyice parçalanmış olacak. Dibini tutmaması için sürekli karıştırın. Buğday sakızlana na kadar (uzar gibi oluncaya kadar) pişirin. Ayrı bir tavada tere yağını kızdırın. Kırmızı biberi ekleyip ateşten alın. Keşkeği servis yapacağınız tabaklara koyun üzerine tere yağını gezdirip karabiber de serperek servis yapın.
AFİYET OLSUN
KEŞKEK YEMEĞİNİN HİKAYESİ
Mutlu ve hüzünlü günlerin baş yemeği keşkeğin, UNESCO'nun "Somut olmayan kültürel miras" listesine girdi.
Yavuz Sultan Selim Han’ın 1514 yılında düzenlediği İran seferi dönüşü ordusunu dinlendirmek ve kışı geçirmek üzere doğduğu şehir Amasya’ya doğru yola çıktığı haber alınır. Yol üzerinde bulunan köylerden birinde bu haberi alan yaşlı bir kadın ne olursa olsun Padişah efendisini evine buyur edecek bir tabak aş ikram edecektir. Evinin ambarında bulunan iri yarma ve nohut ile birkaç gün öncesinde komşularının verdiği kuzu etinden geriye kalan az etli kaburgalardan başka bir şey de yoktur. Ve yine ne olursa olsun ihtiyar kadın elinde bulunanlarla yemeğini yapacaktır.
Büyük bir heyecanla başlar yemek yapmaya. Fırınında ekmeklerini bir güzel pişirir. Yanan fırınında sık sık yalnızca kendisi için yaptığı fakir yemeğinden öyle bir pişirecekti ki yiyenlerin tadı damaklarında kalacaktı. Evinde, elinde avucunda ne varsa kullanacaktı. Ancak yemeğe lezzet verecek olan etin az olduğunun fark edilmemesi düşüncesiyle önce toprak küpün en altına az etli kaburgaları yerleştirir. Üzerine bir tas yarma, bir tas da nohut ilave edip su ile doldurur. Tuzunu ekler. Daha sonra bahçedeki ekmek fırınına sürer.
Fırındaki odun ateşinde küpteki yemek pişe dursun bir taraftan diğer taraftan da gözleri yoldadır. Küp, ateş içinde ısındıkça suyunu kaybeder. Küp içindeki su eksildikçe üzerine su ilave eder. Ama bir türlü Padişahın askerleri görülmez. Aradan saatler geçer yolda ne gelen var ne giden. Fırındaki yemekte ısındıkça kaynar,
kaynadıkça üzerine su ekler, su eklendikçe yarma ve nohutları iyice erir. Gece biter,sabaha kadar fırındaki ateşi söndürmez, yemeğini sıcak tutar. Nihayet sabahın ilk ışıklarında Padişahın askerlerinin atlarını terletircesine koşturarak geldiklerini görür. İhtiyar kadın heyecanla yolu keser. Padişahı sorar, bir kepçe aşından tatmadan, bir tas ayranını içirmeden göndermeyeceğini yalvarırcasına söyler. Bu ısrara dayanamayan askerler mola vermek zorunda kalırlar.
“Hele ana çıkar bakalım şu aşını, bakalım Padişah efendimize yakışır mı?” derler. Kadın öyle heyecanlıdır ki, fırında bekleyen küpünü çıkarır, askerlerin sofrasına yerleştirir. Askerler yemeği kontrol etmek maksadıyla küpün içine bakarlar. Küp içinde et kokusu var ama sanki et yoktur. Fırında saatlerce kaynayan kaburga etleri lokum gibi erimiştir. Yemeğin görünüşü ilk bakışta memnun etmez askerleri. Askerin biri yaşlı kadına dönerek; “Keşke etli olsaydı” der. Kadın tahta kepçeyi küpün içine daldırır, karıştırır, kaburganın üzerine kalabilen etleri küpün üzerine çıkarır. “Hele şimdi bak oğul” der. Bir kaşık tadarlar. Bir kaşık daha derken aşın lezzetini alan askerler “Keşke etli olsaydı” dediklerinden utanırlar. Hem de Yavuz Sultan Selim Han'ın sofrasına yakışan bir yemek olduğu kanaatine varırlar.
Padişah bu köylünün sıcak sofrasına misafir edilir. Köylü kadın, askerlerin “Keşke etli olsaydı” dediği yemeğini ikram eder. Padişah bu yemeği afiyetle yediği gibi, aşçı başısına da Amasya’ya ilk gidildiği vakit bu yemekten yapmasını bütün orduya dağıtılması emrini verir.
İşte “Keşke etli olsaydı” denen yemek Padişah sofrasında yer alır ve zamanla “Keşkek” diye ünlenir.
Artık Keşkek, Amasya'lının baş yemeğidir Bayram sabahlarının, özel ziyafetlerin, en saygın misafirlerin ikram edilen vazgeçilmez yemeğidir. Ne de olsa Padişahın beğendiği ve koskoca ordusuna ikram da bulunduğu çok özel bir yemektir o.
“Keşkek”Hikaye 2
Tarihte rahmetli Kara Mustafa Paşa bir süreliğine eşi ve ailesiyle koyu Marınca’ ya
gelmiştir. Kızı Fatma Hanım Marınca’da ciddi bir rahatsızlığa yakalanmıştır. Rahatsızlığının nedeni ise
tamamen iştahının kapalı olması ve hiç bir şey yiyip içememesidir. Bu rahatsızlık 10 günlük sureyi
aşınca paşayı çok ciddi bir sıkıntı sarmış, Yakınlardaki doktor ve hekimlere derhal haber edilerek
kızının rahatsızlığına çare aranmaya başlanmıştır. Bir kaç günlük bir süreçte sonuç alınamayınca pasa
isi daha da sıkı tutarak aradan şaklabanları çıkarmak amacıyla demiş ki;
--“Kim ki kızım Fatma’yı sıhhatine kavuşturursa ciddi şekilde ödüllendireceğim. Ama kim ki aynı
niyetle gelir de başaramazsa ciddi şekilde cezalandıracağım.”
Tabi bu fermanla kendisine güvenemeyen ödül peşindeki şaklabanlar aradan çıkmış ve gerçek
doktorlar köşke gelerek çalışmaya başlamışlardır. Hatta konunun duyulmasıyla birlikte İstanbul’da
yaşayan Uzakdoğulu saray hekimleri bile Fatma hanımin sıhhati için buraya gelmişlerdir. Ama
sonuç nafiledir ve paşa hiddetlendikçe hiddetlenmektedir. En son Merzifon’un yayla köylerinde
yaşayan karı koca çobanlık yapan yaşlı bir çift, “Biz Fatma hanıma yemek yediririz”, diye
köşke gelmişlerdir. Paşanın çok fazla bir seçeneği kalmadığı için son çare çoban karı kocaya izin
vermiştir.
Dibekte dövülerek kabuğu alınmış tane diri buğdayın içine 3 gün aç bırakılan (içinin
temizlenmesi acısından) kesilmiş dişi ördeği koyarak fırına vermişlerdir. Tabi o zaman böyle bir
yemek var ama aş olarak biliniyor adı keşkek değil. Pasa ve ailesi dört gözle yemeğin pişmesini
beklerken ikide bir hiddetlenen Paşa, “Bre bu yemek nasıl yemektir. Saatler olmuş daha
pişmedi mi?” diye sorgularken sabaha karşı fırından alınan yemek sıcaklığı ile tahta kaşıkla bir
süre vurularak eritildikten sonra Fatma hanımın yattığı odanın içinde kömürlü kahve mangalında
tereyağı eritilmiş acı biber salçası ile yemeğin sosu yapılmıştır. Tabi bu esnada odayı tamamen
tereyağı kokusu sarmıştır.
Tereyağı ve acı biberli sosu yaşlı çoban Fatma hanımın dudaklarına kaşıkla sürdüğü zaman,
Fatma hanım kendine gelerek diliyle dudaklarındaki sosu yalayarak tadına bakar ve “Rüyam da bir
yemek yedim daha önce hiç böyle yemek yememiştim, o yemekten yemek istiyorum”.
Deyince Paşa bir küçük çocuk edasında sevinerek havalara uçmuş. Yaşlı çobanda hemen buğdayın
üzerine sosu dökerek Fatma hanıma yedirmeye başlamıştır. Tabi paşanın kızı yemeğini yiyip iyileşme
belirtileri gösterince pasa ve yanındaki yaverleri sofraya oturmuşlar ve paşa emir buyurmuş;
-- “Bu yemek nasıl yemektir getirin hele bizde bir tadalım.”
deyince hemen hizmetli cariyeler tarafından kalan aş sofraya konmuştur. Tabi dört ya da beş kişiden
oluşan gösterince pasa ve yaverleri birer ikişer kaşık alınca aş biter. Paşa, “ Getirin hele biraz daha
getirin nede güzelmiş bu aş” deyince üzülerek başka kalmadığını söylerler. Paşa bu defa “içini
çekerek
--KEŞKE biraz daha yapsaydınız.” der. Bu arada paşanın yardımcısı,
--“paşam yemeğin adı bundan sonra KEŞKE mi olsun?” diye sorar.
Paşada; “evet bu yemeğin ismi bundan sonra KEŞKEK olsun” der ve bu konuda fermanimdir diyerek ;
--Bu yemek bundan sonra KESKEK diye anıla,
--isteyen sabah öğlen akşam yiye,
--bayramlarda düğünlerde nişanlarda nikâhlarda zengin fakir demeden her hanede KEŞKEK yapila,
--Bu günden itibaren kırk gün konağımda halka KEŞKEK dağıtıla.
diyerek fermanin o tarihten itibaren uygulanmasini ister.
Yemeği yaparak kızını iyileştiren çoban çifte de ödül olarak kendi köylerinde iyi bir ev, iki ayri
ahir ve istedikleri kadar küçükbaş büyük baş hayvan verile. Diyerek cömertliğini göstermiştir.
Evet, KEŞKEĞİ’nin hikâyesi budur. Acaba tüm Türkiye’de meşhur olan ama Merzifon’un
vazgeçilmezleri arasinda’ki keşkeğin bu tarihi hikâyesini biliyor muyduk?
Mutlu ve hüzünlü günlerin baş yemeği keşkeğin, UNESCO'nun "Somut olmayan kültürel miras" listesine girdi.
Yavuz Sultan Selim Han’ın 1514 yılında düzenlediği İran seferi dönüşü ordusunu dinlendirmek ve kışı geçirmek üzere doğduğu şehir Amasya’ya doğru yola çıktığı haber alınır. Yol üzerinde bulunan köylerden birinde bu haberi alan yaşlı bir kadın ne olursa olsun Padişah efendisini evine buyur edecek bir tabak aş ikram edecektir. Evinin ambarında bulunan iri yarma ve nohut ile birkaç gün öncesinde komşularının verdiği kuzu etinden geriye kalan az etli kaburgalardan başka bir şey de yoktur. Ve yine ne olursa olsun ihtiyar kadın elinde bulunanlarla yemeğini yapacaktır.
Büyük bir heyecanla başlar yemek yapmaya. Fırınında ekmeklerini bir güzel pişirir. Yanan fırınında sık sık yalnızca kendisi için yaptığı fakir yemeğinden öyle bir pişirecekti ki yiyenlerin tadı damaklarında kalacaktı. Evinde, elinde avucunda ne varsa kullanacaktı. Ancak yemeğe lezzet verecek olan etin az olduğunun fark edilmemesi düşüncesiyle önce toprak küpün en altına az etli kaburgaları yerleştirir. Üzerine bir tas yarma, bir tas da nohut ilave edip su ile doldurur. Tuzunu ekler. Daha sonra bahçedeki ekmek fırınına sürer.
Fırındaki odun ateşinde küpteki yemek pişe dursun bir taraftan diğer taraftan da gözleri yoldadır. Küp, ateş içinde ısındıkça suyunu kaybeder. Küp içindeki su eksildikçe üzerine su ilave eder. Ama bir türlü Padişahın askerleri görülmez. Aradan saatler geçer yolda ne gelen var ne giden. Fırındaki yemekte ısındıkça kaynar,
kaynadıkça üzerine su ekler, su eklendikçe yarma ve nohutları iyice erir. Gece biter,sabaha kadar fırındaki ateşi söndürmez, yemeğini sıcak tutar. Nihayet sabahın ilk ışıklarında Padişahın askerlerinin atlarını terletircesine koşturarak geldiklerini görür. İhtiyar kadın heyecanla yolu keser. Padişahı sorar, bir kepçe aşından tatmadan, bir tas ayranını içirmeden göndermeyeceğini yalvarırcasına söyler. Bu ısrara dayanamayan askerler mola vermek zorunda kalırlar.
“Hele ana çıkar bakalım şu aşını, bakalım Padişah efendimize yakışır mı?” derler. Kadın öyle heyecanlıdır ki, fırında bekleyen küpünü çıkarır, askerlerin sofrasına yerleştirir. Askerler yemeği kontrol etmek maksadıyla küpün içine bakarlar. Küp içinde et kokusu var ama sanki et yoktur. Fırında saatlerce kaynayan kaburga etleri lokum gibi erimiştir. Yemeğin görünüşü ilk bakışta memnun etmez askerleri. Askerin biri yaşlı kadına dönerek; “Keşke etli olsaydı” der. Kadın tahta kepçeyi küpün içine daldırır, karıştırır, kaburganın üzerine kalabilen etleri küpün üzerine çıkarır. “Hele şimdi bak oğul” der. Bir kaşık tadarlar. Bir kaşık daha derken aşın lezzetini alan askerler “Keşke etli olsaydı” dediklerinden utanırlar. Hem de Yavuz Sultan Selim Han'ın sofrasına yakışan bir yemek olduğu kanaatine varırlar.
Padişah bu köylünün sıcak sofrasına misafir edilir. Köylü kadın, askerlerin “Keşke etli olsaydı” dediği yemeğini ikram eder. Padişah bu yemeği afiyetle yediği gibi, aşçı başısına da Amasya’ya ilk gidildiği vakit bu yemekten yapmasını bütün orduya dağıtılması emrini verir.
İşte “Keşke etli olsaydı” denen yemek Padişah sofrasında yer alır ve zamanla “Keşkek” diye ünlenir.
Artık Keşkek, Amasya'lının baş yemeğidir Bayram sabahlarının, özel ziyafetlerin, en saygın misafirlerin ikram edilen vazgeçilmez yemeğidir. Ne de olsa Padişahın beğendiği ve koskoca ordusuna ikram da bulunduğu çok özel bir yemektir o.
“Keşkek”Hikaye 2
Tarihte rahmetli Kara Mustafa Paşa bir süreliğine eşi ve ailesiyle koyu Marınca’ ya
gelmiştir. Kızı Fatma Hanım Marınca’da ciddi bir rahatsızlığa yakalanmıştır. Rahatsızlığının nedeni ise
tamamen iştahının kapalı olması ve hiç bir şey yiyip içememesidir. Bu rahatsızlık 10 günlük sureyi
aşınca paşayı çok ciddi bir sıkıntı sarmış, Yakınlardaki doktor ve hekimlere derhal haber edilerek
kızının rahatsızlığına çare aranmaya başlanmıştır. Bir kaç günlük bir süreçte sonuç alınamayınca pasa
isi daha da sıkı tutarak aradan şaklabanları çıkarmak amacıyla demiş ki;
--“Kim ki kızım Fatma’yı sıhhatine kavuşturursa ciddi şekilde ödüllendireceğim. Ama kim ki aynı
niyetle gelir de başaramazsa ciddi şekilde cezalandıracağım.”
Tabi bu fermanla kendisine güvenemeyen ödül peşindeki şaklabanlar aradan çıkmış ve gerçek
doktorlar köşke gelerek çalışmaya başlamışlardır. Hatta konunun duyulmasıyla birlikte İstanbul’da
yaşayan Uzakdoğulu saray hekimleri bile Fatma hanımin sıhhati için buraya gelmişlerdir. Ama
sonuç nafiledir ve paşa hiddetlendikçe hiddetlenmektedir. En son Merzifon’un yayla köylerinde
yaşayan karı koca çobanlık yapan yaşlı bir çift, “Biz Fatma hanıma yemek yediririz”, diye
köşke gelmişlerdir. Paşanın çok fazla bir seçeneği kalmadığı için son çare çoban karı kocaya izin
vermiştir.
Dibekte dövülerek kabuğu alınmış tane diri buğdayın içine 3 gün aç bırakılan (içinin
temizlenmesi acısından) kesilmiş dişi ördeği koyarak fırına vermişlerdir. Tabi o zaman böyle bir
yemek var ama aş olarak biliniyor adı keşkek değil. Pasa ve ailesi dört gözle yemeğin pişmesini
beklerken ikide bir hiddetlenen Paşa, “Bre bu yemek nasıl yemektir. Saatler olmuş daha
pişmedi mi?” diye sorgularken sabaha karşı fırından alınan yemek sıcaklığı ile tahta kaşıkla bir
süre vurularak eritildikten sonra Fatma hanımın yattığı odanın içinde kömürlü kahve mangalında
tereyağı eritilmiş acı biber salçası ile yemeğin sosu yapılmıştır. Tabi bu esnada odayı tamamen
tereyağı kokusu sarmıştır.
Tereyağı ve acı biberli sosu yaşlı çoban Fatma hanımın dudaklarına kaşıkla sürdüğü zaman,
Fatma hanım kendine gelerek diliyle dudaklarındaki sosu yalayarak tadına bakar ve “Rüyam da bir
yemek yedim daha önce hiç böyle yemek yememiştim, o yemekten yemek istiyorum”.
Deyince Paşa bir küçük çocuk edasında sevinerek havalara uçmuş. Yaşlı çobanda hemen buğdayın
üzerine sosu dökerek Fatma hanıma yedirmeye başlamıştır. Tabi paşanın kızı yemeğini yiyip iyileşme
belirtileri gösterince pasa ve yanındaki yaverleri sofraya oturmuşlar ve paşa emir buyurmuş;
-- “Bu yemek nasıl yemektir getirin hele bizde bir tadalım.”
deyince hemen hizmetli cariyeler tarafından kalan aş sofraya konmuştur. Tabi dört ya da beş kişiden
oluşan gösterince pasa ve yaverleri birer ikişer kaşık alınca aş biter. Paşa, “ Getirin hele biraz daha
getirin nede güzelmiş bu aş” deyince üzülerek başka kalmadığını söylerler. Paşa bu defa “içini
çekerek
--KEŞKE biraz daha yapsaydınız.” der. Bu arada paşanın yardımcısı,
--“paşam yemeğin adı bundan sonra KEŞKE mi olsun?” diye sorar.
Paşada; “evet bu yemeğin ismi bundan sonra KEŞKEK olsun” der ve bu konuda fermanimdir diyerek ;
--Bu yemek bundan sonra KESKEK diye anıla,
--isteyen sabah öğlen akşam yiye,
--bayramlarda düğünlerde nişanlarda nikâhlarda zengin fakir demeden her hanede KEŞKEK yapila,
--Bu günden itibaren kırk gün konağımda halka KEŞKEK dağıtıla.
diyerek fermanin o tarihten itibaren uygulanmasini ister.
Yemeği yaparak kızını iyileştiren çoban çifte de ödül olarak kendi köylerinde iyi bir ev, iki ayri
ahir ve istedikleri kadar küçükbaş büyük baş hayvan verile. Diyerek cömertliğini göstermiştir.
Evet, KEŞKEĞİ’nin hikâyesi budur. Acaba tüm Türkiye’de meşhur olan ama Merzifon’un
vazgeçilmezleri arasinda’ki keşkeğin bu tarihi hikâyesini biliyor muyduk?